BUGÜN CUMARTESİ

KONU ARŞİV BİLGİSİ

Sevgili dostlar,

Değerli canlar,

Bugünkü sohbetimizde;

67 yıl geriye gidiyorum...

Ve 1957'li yıllardaki Dereli Nahiyesini anlatmak istiyorum...

'Dereli Nahiyesi' diyorum;

Çünkü bu tarihlerde henüz 'ilçe' statüsüne kavuşmamıştı...

Her neyse..

Yıl; 1957'li yıllar...

Paylaştığım fotoğrafta da görüldüğü gibi;

Nahiye merkezinin varlığı-yokluğu alenen görünüyor...

Ancak ben yine de;

Görülmeyen, bilinmeyen ve resmedilmeyen yerlerini 'bellek arşivimde' kalanları -sele suya karışıp da kaybolmasın diye- bildiklerimi ve gördüklerimi anlatmak isterim...

Sohbetini yaptığımız Dereli Nahiyesi;

Sahili-yaylalara, yaylaları-sahile bağlayan dar bir vadinin içinde ve 'kervan yolu' üzerine kurulmuş küçük bir yerleşkedir...

Ve yerleşke sadece iki sokak olup (sonra sokak sayısı üçe çıktı) bütün binalar ahşap ve kevgirdir...

Yerleşke 'kervan yolu' üzerine kurulduğu için;

Nahiye merkezinde yaylalara göç gidenleri ağırlayacak 'yün yataklı' oteller olduğu gibi, atların, katırların ve hayvanların konaklayacağı Han ve Ahırların var-olduğu yıllardı...

Ve sözünü ettiğimiz tarihlerde;

Her evin önünde ufacık bir sebze şenliği olduğu gibi, birçok evin altında da -sütü için beslenen- inek ahırları vardı...

Mevcut cadde ve sokaklar topraktı...

İster yaylaya göç eden hayvanlar olsun, isterse nahiye merkezinde sütü için beslenen inekler ve hayvanlar olsun...

Var-olan sokakları insanlarla birlikte kullanırlardı...

Hatta hayvanlar sokaklarda yürürken 'kakasını' özgürce sokağa bıraktığı yıllardı...

Bak 'yayla göçü' dedim de aklıma geldi;

Mart ve Nisan aylarında 'yayla göçü' nahiyenin içinden çan-kelek sesleriyle, at kişnemesiyle, kuzuların ve koyunların melemesiyle ve eşeklerin keyfe gelip 'soprano sesi oktavında' anırmasıyla, öylesine 'Hayvanlar Orkestrası' oluşurdu ki, bu 'yol orkestrası' yaklaşık bir-iki ay sürerdi...

Nahiyede henüz sokak elektrikleri yoktu...

Çoğu evlere su bağlanmamıştı...

Caddelerde -önünde bakır bir maşrapa asılı- küçük çeşmeler vardı...

Bu çeşmeler herkes tarafından ortak kullanılırdı...

Elektrik olmadığı için;

Evlerde ve diğer mekanlarda 'aydınlatma' gereksinimi ekonomik durumu iyi olanlar 'lüks ve camlı lamba' ile evlerini aydınlatır ve ekonomik durumu orta halli ve çok düşük olanlarda 'İsli Lamba' denilen ve üç ayaklı çırakman üzerine konulan, hacmi çok küçük bir teneke lambayla aydınlatıldığı yıllardı...

'Lüks Lamba' demişken, bu araya küçük bir not düşmek istiyorum, o da şu;

'Lüks Lambaya' her babayiğit yakamazdı...

Yani lambası çok pahalı olduğu gibi, biraz lüks bir masraftı...

Onun için lüks lamba aydınlatmaları;

Daha çok akşam ve teravih namazları, Mevlut ve Kur'an okutulan gecelerde, düğünlerde yakılırdı...

Geçelim...

Esnafların alışveriş şekline gelince;

Bazı esnaflar, daha çok yörenin genel ihtiyaçlarına yönelik şeyler satardı...

Örneğin kimi esnaf;

Semer, keçi kılından dokunmuş heybe, at nalı, nal çivisi, at ve katır yuları, yem torbası, inşaat çivisi ve çapula çivisi satıyordu...

Kimi esnaf ise;

Ağaçtan yapılmış ve rengarenk boyanmış çocuk beşikleri, Gelinler için çeyiz sandıkları satıyordu...

Ve bunlarla birlikte -çocukların kakasını yapmak için- beşik altına koyulan 'Çocuk Havruzu' ve 'Süt Süzeği' satan esnaflar vardı...

Nahiyede elektrik olmadığı için;

Gazla aydınlatma aracı olan ışıkların gazları büyük bir bidon içinde ve gaz tenekeleri içinde satılıyordu...

Ne ilginç bir tesadüftür ki;

Nahiye de ilk gaz satıcısı olan Hasan Eryılmaz'a 'Gazcı Hasan' denildiği gibi onun ardılı olan, örnek alan ve gaz satan Hasan Kılıç'a da 'Gazcı Hasan' lakabı takılıyordu...

Sözünü ettiğimiz tarihlerde, yani Dereli de;

Nahiyenin ve yolculuk yapanlara yetecek kadar ekmek çıkaran yeteri kadar fırın vardı ve sadece ekmek çıkarıyorlardı...

Yani, diğer unlu mamullerden 'simit, pasta' gibi ürünler imal edilmezdi...

Ve sözünü ettiğimiz bu unlu mamullerden;

Simit, macunlu pasta, susamlı simit, yıldızlı pasta gibi ürünler, hatta Francala ekmeği, o tarihlerde Dereli deki fırınlarda çıkarılmaz ve perakende satılmak için Giresun'dan getirilirdi...

'Perakende satış' dedim de aklıma geldi;

Sözünü ettiğimiz tarihlerde, Dereli yerleşkesinde ekmek çıkaran fırınlarda salt yerleşkede yaşayanlara ekmek satılmaz, aynı zamanda yerleşkede evi olmayan ve geçici bulunanlar da fırınlardan alacağı ekmeği -bütçesine göre- yarım ve çeyrek ekmek olarak alırdı...

Hatta ve hatta lokantaya gitmek istemeyenlere;

Fırıncılar tezgahta zeytin, helva ve kavurmayla katacak yapıp, öğlen yemeğini yemesi için satış yapardı...

Çünkü lokantada karnını doyurmaya herkes gidemezdi...

Lokantada yemek yiyenler; ya nahiyede çalışan ve bekar hayatı yaşayan memurlar giderdi...

Ya, yolculuk sırasında aç kalanlar...

Ya da hali-vakti yerinde olan zengin takımı lokantada yemek yerdi...

Ve lokantada pişirilen yemeklere gelince;

Her yerde olduğu gibi kuru fasulye ve pirinç pilavı, üzüm hoşafı ana yemek olarak olmazsa-olmazların başında gelmektedir...

Ve -çeşit- olarak, fazla çeşit olmayıp sulu yemek olarak;

Mercimek çorba, salçalı ve etli-patatesli yemek...

Sulu köfte ve bazı lokantalarda ızgara köfte ve şiş, pirzola yapardı...

Özetlersek;

Motorlu araçların çok az olduğu yıllardı...

Gündelik yaşamda yol üzerinde beş-on araba anca görünürdü...

Araba sayısı az olduğu içindir ki;

Araba sahiplerinden bazıları arabalarını -tomruk taşımak için- otobüs kasasını indirir ve kamyon yapardı...

Kış mevsimi gelince de indirdiği otobüs kasasını tekrar monte eder ve yolcu taşırdı...

Kısacası, sohbetini yaptığımız yıllar;

Yoksulluğun 'zenginlik' gibi yaşandığı yıllardı...

(Gerçi günümüzde de pek değişiklik yok ya)

Her neyse...

Yoksulluk 'zenginlik' gibi yaşanır ve fazlalığı paçalardan akmasına akardı ama...

Yöre insanının yüreğinde fitne ve fesatlık yaşamazdı...

O, günün insanları arasında samimiyete dayılı ve güven verici bir dostluk ardı...

Kim bilir;

Belki de onlar, zenginliği böyle bilir ve böyle sanırdı...

Son söz;

Her şey arkada ve arşivlerde saklı kaldı...

Gelecek Cumartesi bir başka 'arşiv sohbetinden' bulaşmak üzere;

Şimdilik kalın sağlıcakla...

Görseldeki fotoğrafla ilgili bilgi notu;

Sizlerle paylaştığım bu sararmış fotoğrafta görülen 'ŞEN LOKANTA' tabelasının önünde duran ve sahibi olan Dursun DEMİR olup ve bu fotoğraf onun kızı olan Nevin Demir'den temin edilmiştir...

İkinci bir not;

ŞEN LOKANTA'ya komşu olan fırın ise (Fincano) sülalesinden ve lakabı 'Çavuş Dayı' olan Mustafa DENİZ'in fırınıdır...

(İleride görünen vatandaşların ise kimliği tespit edilememiştir.)